

Yukarıda fotoğrafta gördüğünüz kitap 1946 yılında yazıldı, Ortaokula başladığım yıllarda, on sene sonra okumağa başladığımda elimden bırakamadım. Akıcı, kısa cümlelerle yazılmış kitabı bitirdiğimde duygulanmıştım, göz yaşlarımı tutamadım. Aşağıya fotoğrafını aldığım, devamı olan ikinci kitabı almak için heyecanla bir hafta beklemek zorundaydım, harçlığım ancak haftada bir kitaba yetiyordu.
Sonrasında bekledim, beni derinden etkileyen bu romanlar gibi başka kitabı gelir mi diye, hayır devamı gelmedi. Göktürkleri anlatan yazar hakkında hiçbir bilgi de yoktu. (Nihal Atsız’ın Türkçülük-Turancılık fikirlerini savunan en ateşli yazar-eğitmen olduğunu yıllar sonra öğrenecektim)
Üniversite yıllarım boyunca hafta sonlarım aşağıda gördüğünüz tren istasyonlarında geçti.

Cuma akşamları İstanbul’dan kalkan Anadolu Ekspresi ile Ankara’ya gelir, Pazar akşamları aynı ekspresle İstanbul’a dönerdim. Yine böyle bir dönüş yolculuğunda, hareket saatinden çok önce kompartmanda yerimi almıştım. Boş kompartmanda otururken kapı açıldı, şık özenli bir hanım içeri girdi. Valizi yurt dışından olmalıydı. Üst rafa yerleştirmek için izin istedim. Trenin kalkmasına daha çok zaman vardı, karşılıklı oturup konuşmağa başladık. Gerçekten hanım, Almanya’da oturuyormuş, adının Yağmur olduğunu öğrendiğim oğlunu, askere uğurlamak için Ankara’ya gelmiş. O yıllar Ülkemizde ‘Öğrenci Olaylarının’ en yoğun olduğu yıllar, o soruyor ben anlatıyorum, biz hararetli konuşurken bir bey geldi, kompartmana yerleşti, arkasından bir başkası ama biz konuşmağa devam ediyoruz. Ben İstanbul Teknik Üniversitesindeyim, olayları bire bir yaşıyoruz. Bu konuşmalara her yeni gelen katılıyor, herkes dolmuş. Beylerden birisi Türkiye Petrollerinde çalışıyormuş, orada dönen olayları anlatıyor. Bu arada altı kişilik kompartmanımız doldu, dört erkek ve bir hanım. Bir sessizlikte, ‘Ben Bayanlar kompartmanı diye bilet almıştım ama anlaşılan bir yanlışlık olmuş’ dedi, trenimiz hareket ettiğinde.
‘Merak etmeyin, şimdi kondüktör gelir, sizin yerinizi değiştiririz’ diye cevapladım. Az sonra gelen kondüktörün peşine düştük, yeni kompartmanına yerleştirdim valizini. Nazikçe, ‘Müsaade ederseniz, sohbetimize restoranda devam edelim’ teklifi sonrasında bulduğumuz küçük iki kişilik masada Ülkeyi, siyaseti, olayları konuşuyoruz. Bu arada çaprazımızda, hanımın arkasındaki masadaki bir Bey bizi izliyor, yerinden kalktı, masamıza geldi. Hâl hatır sordu, belli ki tanıyor sonra, ‘Nihal Hocam nasıllar’ diye sorunca aklım başıma geldi. Benden yaşça çok ileri olan Bey, Hürmetle eğilip müsaade isteyip ayrıldığında doğrudan sordum. ‘Bana neden Nihal Atsız’ın eşi olduğunuzu söylemediniz’ Bir an durdu, ‘’Ben Ülkemden çok uzakta yaşıyorum, eğer başında söyleseydim, siz Nihal’den dolayı bana bu kadar açık anlatmazdınız.’ Doğru söylüyordu aşağıda eşi ile birlikte fotoğrafını gördüğünüz, Berlin Üniversitesinin Türkoloji Profesörü Bedriye Hanım.

O gün askere uğurladığı Yağmur Atsız ve kardeşi Prof. Buğra Atsız gibi nice insanı yetiştiren Bedriye Hanımın, o gün bana anlattığı bir olay ile bugünkü yazımızı sonlandıralım.
‘Üniversiteden çıkmışım, hızlıca yürüyorum. O arada kanal kazan işçiler var. Belli ki bizim halkımızdan. İçlerinden birisi, ‘Oy şu Alman garıya bak’ dedi. Giyimim normal üstelik üşümemek için uzun pardösülüyüm, ‘Aldırma yürü git, zaten sana değil, Alman kadınına benzettiği için söylüyor’ diye düşünsem de dayanamadım, durdum. ‘Sen ne diyorsun’ Türkçe sözlerim üzerine, söyleyen adam, kızardı, ‘Affet bacım. Yanlış yaptım, ne olur affet’ kazdığı kanalın içine büzüldü ufaldı, oradan yalvarıyor. Utanma, af dileme işte benim Ülkemin saf insanı.’
Sağlıkla kalmanız dileklerimle,
M. Meran Pakel
Dalyan, 10.12.2024
370 (39/24)
