
Yarın 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı. Cumhuriyet tarihimizde hiç bu bayram yasaklandı mı? Sorusunun cevabı ne yazık ki evet. Bugün size bu olayı kendi kalemlerinden aktarmaya çalışacağım.
Atatürk 19 Mayıs’ı gençlere Bayram olarak hediye etti, tam atmış üç sene öncesine dönelim. Yıl 1960 Ankara kaynıyor, bizler Bahçelievler Deneme Lisesinde Ortaokul ikinci sınıfta okuyan çocuklarız daha, bir şeyler var ama ne olup bittiğini bilmiyoruz. Gazeteler sansürlü, baskı yapılıyor çoğu boş sütunlar.
Meclis kapalı, her gün olaylar, gençlik sokaklarda. İşte böyle bir durumda Hükümet 19 Mayıs’ın kutlanmasını yasakladı. Bundan sonrasını bir kitaptan aynen alıyorum.
“19 Mayıs Türk Gençliğinin Bayramıdır. Nasıl olur da bayramını çok gören, yapılmamasına emir veren bir zihniyete gençlik isyan etmezdi.
19 Mayıs’ta birçok hareketin olacağı biliniyor, fakat yeri zamanı kestirilemiyordu. Baştaki Diktatörler de gençliğin kuvvet ve hiddetinden korkuyor, muhtemel hareketleri önlemek amacıyla Bayramımızı kaldırıyorlardı. Atatürk’ün hediye ettiği bu mutlu günü yasak etmek, ne büyük cüretti.
18 Mayıs gününe kadar öğrencilerin toplantı yeri gizli tutuldu. Kızılay Meydanından hareketin başlayacağını tahmin eden iktidar polisi bir kere daha aldanıyordu. Toplantı yeri Gölbaşı Sinemasının karşısı olarak ilan edildi, 19 Mayıs sabahı saat dokuzda öğrenciler Gölbaşı Sinemasının karşısındaki Pastanenin önünde toplanmaya başladılar. Kalabalık arttıkça polislerin de arttığını, her tarafın polis görevlileri ve askerlerle sarıldığını gördük. Artık Gölbaşı Sinemasının önünde toplanılamazdı. Hukuklu Hamit ve arkadaşları Tıp fakültesinden Özgen, Dirim, Tuncer, Erdoğan ve Fen Fakültesinden Ateş, Selçuk, adını hatırlayamadığım daha birçok arkadaş hemen orada bir karar verdik. Anıt Kabir’e gidecek ve orada nümayişe teşebbüs edecektik. Gelenleri topluyor geride haberci bırakarak Anıt Kabir’e yöneliyorduk.
Anıt Kabir o gün saat onda ziyaretçilere açılacaktı. Oraya varınca büyük bir ziyaretçi gurubunun beklediğini gördük. Dikkat edince öğrencilerin halktan çok olduğu görülüyordu. Bu durum bize nümayiş yapabileceğimizi gösteriyordu. Saat onda onar kişilik guruplar halinde içeri alınmağa başladık. Biraz sonra ellişer kişilik guruplar içeriye giriyordu. Daha sonra barikatlar dayanmadığı için herkes içeri girmeğe başladı.
Anıt Kabir methalinde önde çelenk koymak için gelen Harb Okulu talebeleri ve arkasında çok kalabalık bir öğrenci ve halk gurubu vardı. Anıt Kabir’e girilip çelenk konulunca, ihtiram duruşuna geçildi. Bütün sessizlik içinde ön saflarda bulunan (Ankara Bahçelievler Deneme Lisesinin) Tarih öğretmeni Remziye Batırbaygil heyecandan kendini kaybetmiş bir halde Ulu Atanın huzuruna kapandı. Bu gerçekten heyecan verici bir sahneydi. Ağlayarak,
BEN EZELDEN BERİDİR HÜR YAŞADIM HÜR YAŞARIM
HANGİ ÇILGIN BANA ZİNCİR VURACAKMIŞ ŞAŞARIM
KÜKREMİŞ SEL GİBİYİM BENDİMİ ÇİĞNER AŞARIM
YIRTARIM DAĞLARI BENDİME SIĞMAZ TAŞARIM
Sesi titriyor hem ağlıyor hem gür bir sesle bağırıyordu.
İşte bu Tarih öğretmeni bir anda topluluğun ruhu oldu..
YAŞA VAROL HARBİYE
YIKILMAZ SATVETİNLE
GÖKLERDEN GELEN BÎR SES
SANA NE DİYOR DİNDE…
Anıt Kabir çınlıyordu. Artık kükremiş toplumu durduracak kuvvet düşünülemezdi. Öğretmeni oradan kaldırmış dışarı çıkarmıştık, o hala kendine gelememiş ağlıyordu.
“Atam senin bize teslim ettiğin bu vatan bu halleri de mi görecekti”
Bütün toplum onun konuşmasını istiyordu. Giriş avlusunun önündeki merdivenlerin üstüne çıktı. Gözyaşları arasında heyecanlı bir konuşma yapmağa başladı. Konuşma çok tesirli idi. Hepimizin içi yanıyordu kendimizi tutamadık, ağlıyorduk…”

Şimdi aynı olayı bir gün öncesinde, Ankara Bahçelievler Deneme Lisesi 1959 mezunu, Sevgili kızı Gül Nibras Batırbaygil’den dinleyelim;

‘19 Mayıs törenlerinin yasaklanması nedeniyle tüm okullar ve halkta olduğu gibi yakından bildiğim AÜHF ve SBF çevrelerinde sinirler gergin, heyecan dozu yüksek… Ancak, bizim evde de kimsenin ağzını bıçak açmıyor. Anam, alı al moru mor (yüksek tansiyon hastası) dolaşıp söyleniyor. Belli ki ortalıkta yayılan Anıtkabir buluşmasından haberi var. Ben, bu buluşmaya gitmeye niyetliyim ama anamın gitmesini hiç istemiyorum. Eski deyimiyle “belâgati yüksek” bir hatip olduğunu ve konuşması durumunda kalabalıkları etkileyip coşturabileceğini çok iyi biliyorum. Gitmemesi için yalvarıyorum, bir de giderse benim de gideceğimi bilmesi tehdidini savuruyorum ve okula gidiyorum diye evden ayrılıyorum.
Kızılay’da oturan eski bir kız arkadaşımın evine, onu da almak üzere gidiyorum. Anası-babası izin vermiyorlar ama, Maçka Teknik’ te okuyan ağabeyi Turgay Ardan bana katılıyor. Yolları yürüyerek aşıp Anıtkabir önüne gitgide artan kalabalıklarla ulaşıyoruz. Aslanlı yolun ağzında tüfek çatmış Mehmetçikler ama engel olan yok. ‘Nasıl iş?’ diye sorgulamadan kalabalıklar Tören alanını dolduruyor. Saat kaç olmuştu, şu anda hatırlayamıyorum, çok heyecanlıyım.
Derken, merdivenlerin başındaki kürsüden bir haykırış yükseliyor. Benim anamın sesi…
Donup kalıyorum, gözümde yaşlar. Anamın sol yanında bir albay (ki Anıtkabir Muhafız Alayı Komutanı olduğunu söylüyorlar.) Daha sonra Milli Birlik Komitesi üyesi Albay Osman Köksal, sağ yanında ve arkasında kara gözlüklü siyah giyen adamlar… Akıbeti belli.
Oradaki haykırışından belleğimde kalan tek bir tümcesi var:
“Ey Atam bak! Türk Milletinin başı nasıl Allaha kalkıyor” Başka sözlerini heyecandan belleğime alamıyorum

( Sevgili Remziye Batırbaygil konuşma sonrası tutuklanmadan önce )
Konuşma bitince anam yok oluyor, kalabalık, bayrak direğinin dibindeki merdivenlerden Saracoğlu’na ve Beşevler’e doğru yönlendiriliyor. Biz de arkadaşımla el ele kalabalık içindeyiz. Apartmanlardan bayraklar sallanıyor, alkış kıyamet… Birden önüme kocaman bir bayrak düşüyor, alıyor ve bedenime doluyorum. Her nasılsa kalabalık arkama geçiyor, ben önder ” Olur mu böyle olur mu?” ve “”Yaşa varol Harbiye” marşlarıyla akıyoruz. Derken göz yaşartıcı bombalarıyla atlı polisler basıyor, kalabalığı dağıtıyorlar, nerden geldiğini bilmediğim bayrağımın nereye gittiğini bilmiyorum. Arkadaşımın evine Kızılay’a doğru gidiyoruz.

( Kızılay Bulvarında Halka ve göstericilere gaz bombasının atıldığı anlardan biri..)
Köprüyü geçip YKM önlerine gelmek üzereyken Turgay arkadaşım beni durdurup, ayakkabısını bağlar gibi yaparak arkasını kolluyor, bana “izleniyoruz, sokağa sap ve kaç, ben onları oyalarım” diyor. Diyor ama yanımızda duran bir cipten fırlayan siviller bizi tam anlamıyla ensemizden yakalayıp cipe bindiriyorlar.
Götürüldüğümüz yer, Ulus’ta bir yapının bilmem kaçıncı katı. Bizi, sızdıran gözyaşı bombaları yığılı bir odaya tıkıp bekletiyorlar.
Bizim götürüldüğümüz yerin, polisin 1. şubesi yani “siyasi şube “diye anılan şubesi olduğunu öğreniyoruz. Şube müdürü Niyazi Bicioğlu sorguya alıyor. Sorgu sonunda ona:
“Öyle bir zaman gelecek ki yerlerimiz değişecek, siz bizim yerimizde biz sizin yerinizde oturacağız” dediğimi hatırlıyorum. Geceyi orda geçirmiştik galiba… Ertesi günü bizi, Hazır kuvvet Karakolu haline getirilmiş, Kapalı Spor salonuna otobüslere doldurup getirdiler. Orada ışıklar içinde olsun, elinde çantası ile Muammer Aksoy’u gördüm. Neden, niçin, nasıl yakalandığını bilmiyorum.
Koskocaman spor salonu. Masalar, sandalyeler konulmuş, insan kalabalığı. Birden bir masada tek başına oturmuş anamı gördüm. Eli çenesine dayalı, gene alı al moru mor. Ben ona koştururken, o da beni gördü ve omuzlarıyla bedeninin sanki çöktüğünü gördüm. Nitekim sarıldıktan sonra “Şu anda SEN beni çökerttin” dedi. Kendisi, yakalanınca, Anayasaya aykırı olarak oluşturulmuş “Tahkikat Komisyonu” karşısına çıkartılıp saatlerce İçişleri Bakanı Namık Gedik tarafından sorgulanıyor.
Karakola CHP milletvekilleri gelmiş, “sabaha kadar kapıdayız ve kadınlarımızı bekliyoruz” demişler. (Yakalanan kadınlara kötü muamele yapıldığı söylentisi yaygındı o günlerde.) Gösterilerde CHP kadın kollarından kişiler ve adını anımsayamadığım bir milletvekili eşi de vardı ve onlar da yakalananlar arasındaydılar. Bizi bu CHP li grupla dar ve düzensiz bir odaya soktular. Sandalye tepelerinde sabahladık. Aç mıydık tok muyduk bilemiyorum. Ertesi gün, Sıkıyönetim Komutanlığı Mahkemesi’ne Sorgulanmak için götürüldük. Bu mahkeme aynı binada mıydı başka bir binada mıydı anımsayamıyorum. Sanırım, oradan oraya savrulmaktan zaman ve yer kavramları karışmağa başlamıştı.
Sorgu Yargıcı, kızıl saçlı çilli, Osman adlı bir hâkim yüzbaşıydı. İfademi yazdırırken, “Öyle demeyelim de şöyle diyelim” diye beni olumlu yöne yönelterek ifademi yazdırdı. Sonucunda, “men’i muhakeme” (bu günkü deyişle yargılama yapılmaması) ve salıverilme kararı verdi. Bu karar, o gün (21 Mayıs 1960) yurdumuzu ziyaret edecek Pakistan Başbakanı Pandid Nehru’yu karşılamaya giden Menderes’e uçuruldu; alınan yanıt bize geldi. “Ana-kız dışında kimi bırakırlarsa bıraksınlar!”
Anne ve kızı ‘Mahkeme Kararı’ olmaksızın Ulucanlar Cezaevine kondular ve oradan ancak 27 Mayıs günü çıkabildiler.
Yakın Tarihimizin ‘Kara Günlerinden’ biri olan bu 19 Mayıs gününü o mücadeleyi veren insanların anısına tekrar hatırlatmak istedim.
Sevgiyle kalın
(Yukarıya aldığım anılar Ö.Yaykın-M. Meran Pakel tarafından derlenen Bahçelievler Deneme Lisesi Anıları 2. Cildinden alınmıştır.)
M. Meran Pakel
Dalyan, 18.05.2023
301 (22/23)