

Yukarıda resmini gördüğünüz bina bir ilkokul. İstanbul’un Fethinin beş yüzüncü yılında açıldı, 1953 yılında, ama bazı eksikler yüzünden açılışı okulların açılış gününe denk gelmedi, on beş gün gecikmeyle başladı. O arada geçici olarak bizleri şimdiki Cumhuriyet Lisesinin olduğu ilkokulda başlattılar. Aşağıya Rüstem Paşa Camisinin Hayat mecmuasında çıkan bir fotoğrafını alıyorum.

Şimdi okul ile bu çinilerin ne ilgisi var derseniz. Bu çiniler çalındı, evet yerinden söküldü, İznik kırmızı, mavi ve yeşilleri ile bezeli bu güzelim çiniler çalındı. Okulum yerinde duruyor ama orada yaşadığımız “bir şey” de kayboldu. Uzatmadan anlatmaya başlayayım; Birinci sınıfa başlayalı henüz iki ay geçmişti. Öğleden sonra okula geldiğimizde (o zamanlar eğitim tam gün olarak uygulanıyordu) koridora sinema salonu gibi sandalyelerin dizili olduğunu gördük, ortada bir takım insanlar çalışıyorlardı. Ders zili ile birlikte girdiğimiz sınıfta fazla kalmadık, gelen hademe öğretmenimizle konuştu, sonrasında bizi o gördüğümüz yere aldılar. Sinema perdesini biliyoruz, ama ortada öyle bir perde yok. Koyu renk bir bezle koridorun sonu kapatılmış, arkasında bazı sesler geliyor, bekledik. Önce güçlü bir tef ve zil sesi duyduk. Tavana karşıdan karşıya bağlanmış teldeki halkalarından siyah perde yana çekildi, şimdi önümüzde elle boyanmış iki tarafı sütun gibi işlenmiş, en fazla bir metre genişliğinde bir dekor sahne çıktı. Perde yerine sahnede yarı şeffaf yağlı bir kağıt gerilmişti. Onu sadece arkasından, titrek bir ışık aydınlatıyordu, mum ışığı olduğunu tahmin ettik. Zil ve tef çalarken güçlü bir ses “Ey Faliha…” diye bağırdı Ve perdenin üzerine bir gölge düştü. Titrek mum ışığında üzerindeki bütün renkler canlıydı. İşte Karagözle ve onun son ustası “Hayali Küçük Ali” ile böyle tanıştık. (Aşağıya yine Hayat dergisinden derlediğim tipleri alıyorum.)







Arkalarından bir veya iki ince çubukla tutturulmuş olan bu kişilere tek bir kişi hayat ve ses veriyordu. Yanındaki yardımcıları perdeye konu ile ilgili ilave elemanları tutmakla görevliydiler. Neydi bunlar, hatırlayalım. Çoğunlukla Karagözün iki katlı cumbalı eğri ahşap İstanbul evi , bazen de aşağıya aldığım, çarşı pazar ve araba gezileri gibi.


O zamanlar okullarda bize gösterilmeyen tipler de vardı. Çocuklara kötü örnek olmasın diye Zenne ( kadın kıyafetine girmiş erkek ) Tiryaki gibi tipler oyunda çıkmazdı. Aşağıya alıyorum.


O gün tanıştığımız Karagöz bizi hiç terk etmedi, her sene okulumuzu ziyaret etti, sonra ne oldu bilinmez, televizyonun gelmesiyle mi yoksa yeni ustaların çıkmamasıyla birlikte yavaş yavaş kaybettik onu. Oysa her oyunun sonunda “Bak Karagözüm burada mini mini yavrular toplanmış, onlara söyleyecek bir sözümüz var” sözleriyle bize bir doğruluk dersi verir ve “Yıktın perdeyi eyledin viran varayım sahibine habar vereyim heman” sözleriyle biterdi. Hayali küçük Ali’yi hepimiz sevdik ama onun soyadının “Sevilen” ve adının “Mehmet Muhittin” olduğunu hiç birimiz bilmedik. Rüstem Paşa çinilerini çaldırdık, ama “Karagöz’ü” tamamen yitirdik. Şimdi adına Ankara’da sadece bir baklavacı var. Umarım bir gün yeni sanatkarlar en azından onun çizgi filmlerini yaparlar ve kendi gençlerimiz bizden bir karakterle görsel olarak yeniden donanırlar. Bizim çocukluğumuzda bir eşyamızı kaybettiğimizde tüm arkadaşlarımızla aşağıdaki tekerlemeyi söyler dolanır dururduk ve inanır mısınız çoğu zaman da bulurduk. Sözlerimi onunla bitiriyorum.
Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi…
M. Meran Pakel
Dalyan, 01.06.2019