
Arkadaşım Mehmet Osten’le birlikte bir minibüsün en arka koltuğundayız. Yıl 1967 ve Ağustos ayı. Marmaris’e giden, tamamen dolu araçta tek açık pencere ön koltuktaki camlar ve oradan inanılmaz sıcak bir alev yüzümüzü yakıyor. Önümüzdeki sırada anne baba ve iki kızları oturuyor, devamlı kolonya ile siliniyorlar. Acaba çok mu ter kokuyoruz diye düşünürken, dönüp bize uzattı. “Buyurmaz mısınız ?” Türkçesi düzgün ama yabancı olmalı. Biz de sürdük yüzümüze, boynumuza, gerçekten biraz serinletti. Konuşmaya başladık, Darüşşafaka Lisesinde İngilizce öğretmeniymiş, Üniversitede sınıf arkadaşım Arif Yükler vardı, Darüşşafakadan onu sordum, gözleri parladı. ” o çok çalışkan öğrencimdi” dedi. Sakar virajlarını iniyorduk. Yol bitmiyordu. Sonunda Marmaris bir kavşaktan sonra göründü. Daha önce biri kış olmak üzere hep baharda üç defa geldiğim bu şirin ufak kasaba şimdi bomboştu, sıcakta kimse yoktu. Hiç konuşmadan çadırımız ve sırt çantalarımızla deniz kenarında bir bankın üzerine yığıldık. Konuşacak halimiz yoktu. Oysa çadırı kuracak bir yer bulacaktık güya. Kaç dakika veya kaç saat kaldık hatırlamıyorum. Sahilde bize doğru yürüyen üç kişi geliyordu. Yaklaştılar, bir tanesi benim Orta Doğu dan arkadaşım Servet, olamaz tesadüfün böylesi. Sarıldık. Üçü de kavrulmuş kömür gibi olmuşlardı. Bu akşam dönüyorlarmış, bizim çadırı gördüler. “Biz de çadırla geldik, bizim yere kurun” demezler mi ? Şansımız dönmüştü galiba. Çadırı yüklendiler, çantalarımızı aldık plaj tarafına değil rıhtıma doğru yürümeye başladılar, orada sadece üç dört tekneden başka kimse yoktu. Teknelerin yanına gelince seslendiler.”Cevdet Kaptan…Cevdet Kaptan” Birisi doğruldu, el salladılar. Bizi tanıştırdılar. Hep birlikte tekneye doluştuk. Motor çalıştı ve kıyı boyunca ilerlemeye başladık. Teknenin üzerine çektiği branda bütün güneşi ve sıcaklığını emiyordu, ilk defa denizin serinliğini hissettik. İşte Cevdet Kaptan’la o gün ilk defa böyle tanıştık.


Cevdet Kaptan’ın evinin yanındaki boş araziye çadırı kurmaya karar verdik. Ama bizleri bırakmadı, “Önce bir denize açılalım dönüşte kurarsınız” Memnuniyetle, mayolarımız içimizde, terden ıslanmışız, bundan daha güzel ne olabilir.? Daha güzeli de olabiliyormuş meğer. Ben Kaptanın yanındayım dümen tutuyorum. Yerinden kalktığı zaman adeta tek bacağı üzerinde sekiyor sandalda, sonra fark ettim, felçli gibi aksıyordu. Marmaris’ten epey uzaklaşmıştık, Turunç’u geçtik, açık denize doğru uzanan boğaza gidiyoruz. Tam karanın bittiği açık denizle kavuştuğu noktaya geldiğimizde hız kesti, iyice yavaşladı. Solumuzda sivri kayaların arasındaki bir yeri gösterdi, hafifçe dümeni kırdı. İyice kayalara yanaştığımızda dümeni bana bıraktı ve sekerek buruna gitti, çıpayı vira etti. “Şimdi denize girebilirsiniz.” herkes atlarken beni kolumdan tuttu, “acele etme ” dedi. Teknenin arkasında yan yana oturduk açık denizden esen tatlı bir rüzgar yüzümüzü serinletiyordu. Konuşmaya başladı.”On altı sene oldu bırakalı. On dört yaşımda bir genç çocuktum, ilk süngere daldığımda. Yirmi yıla yakın daldım, sonra.. sonrasında vurgunu yedim. Biliyordum başıma geleceğini ama gençlik işte. Şansım vardı dönüş yolundaydık beni limana yetiştirdiler. Ne basınç odası var ne bir şey.. Sekiz saatte İzmir’e gittik. Yine ucuz kurtardım sadece bacağımdaki bu arazla.” Artık marangozluk yapıyordu, eski süngerci deli fişek Cevdet durulmuş “Marangoz Cevdet” olmuştu. “Artık Yıllardır marangozluk yapıyorum.” “Dalmayı özlüyor musun ?” soruma cevap vermedi, yüzüme baktı. “Sen hiç daldın mı.?” Doğru bu soruyu sorabilmek için dalmayı bilmek gerek. Başımı salladım. “Hayır” Eğildi, oturduğumuz yerden küçük kamaranın kapağını çekti, sepetin içinden çıkardığı gözlüğü ve şnorkeli uzattı. “Birazdan güneş ufka yaklaşacak. Bekle. tam ufuktayken şu gördüğün mağaranın içinde ol ve orada dal.” Suya atladım, beş on kulaçta mağaraya ulaştım, diğerleri peşimden geldiler, kayaların girişini kapattığı bu mağaranın yüzü tamamen açık denize bakıyordu. Oyalandım, ve dediği gibi yaptım, gözlüğü gözüme geçirdim, derin bir nefes aldım ve daldım. Sert dalgalar vura vura içini düzeltmiş düzgün bir duvar gibi dibe doğru uzanıyordu, derinlik fazla yoktu, en fazla yedi sekiz metre ve tabanı kumdu. Bunun dışında hiç bir özelliği yoktu. Bekledim nefesim bitene kadar , çıktım bir daha daldım, bir daha ve sonunda inanılmaz o güzelliği gördüm. Suyun dibinden başlayarak yüzeye doğru yedi farklı renk kayaların üzerinde belirdi, dans eder gibi oynaşıyor birbirine karışıyorlardı, mor bazen kırmızı oluyor sonra sarı turuncu tonlarına dönüşüyordu ve hepsi suyun içinde mağaranın duvarlarındaydı. Çatlayacaktım ama çıkmak istemiyor bu güzelliği kaybetmek istemiyordum. Deniz ve renkler beni çekiyordu başımı döndürmüştü. Sanki daha fazla kalabilirmişim gibi geliyordu. Sadece altı metre derinlikteydim. Ve bir şeyi daha fark ettim ışıkların yansıdığı yerlerde kümelenmiş gruplar halindeki siyah, koyu kahve renkli sünger gruplarını. Başım zonkluyordu, çıkmak istemiyordum, biliyordum çıkarsam bir daha göremeyecektim, sonunda kendimi bıraktım, yavaşça suyun yüzeyine çıktım. Derin bir nefes aldım, bir daha daldım. Artık o renkleri bir daha görebilme şansımın hiç kalmamış olduğunu bile bile.. sonra tekneye doğru yüzdüm, küpeşteden eğilen Cevdet Kaptan’a ” O içeridekiler sünger değil mi ?” diye sordum. Başını salladı. “Toplayabilir miyim ?” Güldü. Başını iki yana salladı. Tekneye çıktım. Şehirlerde yaşayıp yetişen insanlar kendilerinin bildiklerini başkaları bilmediğinde onları küçümser, dudak bükerler, oysa Anadolu’da köy ve kasabada yaşayanlar kendi bildiklerini büyük bir tevazu ile paylaşırlar, benim cahilliğimi yüzüme vurmadı, “sünger elma değil ki toplayasın. Deniz bereketini kolay vermez. Onlar bizim deli dediğimiz sünger cinsidir.” Kurulanırken, o devam etti ” Diplerinden kesmen gerekir, serttir. Bir dalarsın bir bakmışın tarlanın ortasındasın, kesecek ve filene dolduracaksın, hepsi para, güzelliği caba, bir dalarsın işte o zaman..” Sustu. Akşam karanlığında dönüş yolundaydık. Turunç’ta gaz lambası ile aydınlanan küçük bir yerde yemek yedik. Döndüğümüzde çadırı bile kuracak halimiz kalmamıştı. “Gelin” dedi bu gece burada yatın. Bize evinin bir odasını açtı, hayır, o gece bize evini değil yüreğini açmıştı.

Yukarıda resimde gördüğünüz sahilde tek sıra evleriyle, lacivert temiz deniz ve ortasında duran sünger teknesiyle, Bodrum, yıl 1956. Kale henüz tamir görmemiş, müze bile değil. Ve bu küçücük kasabanın temel geliri süngercilik. Süngercilerin favori teknesi “Tirhandil” Başı ve kıçı aynı olan bu tekneler seri manevra yapabilir. Onlar, Akdeniz’in etekleri uçan hoppa kızları gibidir. Her havaya dayanıklı ama seni hiç yarı yolda bırakmayan sevgilisi. Ben Bodrum’da on yıl yaşadım. Eski süngercilerden bazılarını tanıma şansım oldu. Terzilik yapan eski süngerci Yılmaz anlatıyor. ” Bodrum’dan bir çıkardık ne zaman döneceğimiz belli değil. Kıyı kıyı dolaşırsın, bir tarla bulacağım diye . Libya açıklarına kadar toplayarak gideriz. Yükümüz tamamlanınca ver elini Kalimnos. İşte orada mal paraya dönüştüğünde bayram ederiz. “
Sünger Akdeniz’in canlısı. İçinde kavkısı var, kayaya bağlı onu dipten kesmek zor, meşakkatli. On sekizinci yüzyıla kadar uzanıyor süngercilik, yani sanayinin başladığı yıllara. Önceleri sığ sulardaki süngerler toplanıyor, çıplak dalışla. Artık sünger daha derinlerde, nasıl çıkarmalı. Sanayinin şiddetle süngere ihtiyacı var. Çözümü çabuk buluyorlar ve ilk dalgıç giysileri daha sonra kompresörler ve dalgıca hava basma tulumbaları teknelere ekleniyor, artık daha derindeki süngerler toplanabilir..
Sonra ne oldu dersiniz.. birden bire sanayinin süngere ihtiyacı kalmadı. 1960 lı yıllardan sonra bu gözde malzeme sadece turistik bir meta oldu. Oysa çocukluğumuzda her semtin pazarında bile satılır, evlerde kullanılırdı.
Bodrum’da aşağıda gördüğünüz o günlerde çekilmiş Kumbahçe koyunun hemen sonrasındaki koya Devlet sadece bu iş için su ürünleri kurdu. Koyda sünger yetiştirilecek ve teknolojisi üzerine çalışılacaktı. ( Bugün ne haldedir bilmiyorum.)

Yazımızı Bodrum’un “son süngercisi” ve teknesinin adıyla anılan Mehmet Baş ile bitirelim. Aksona Mehmet teknesini müzeye hediye ederek artık çekildi. Güzel teknesinin fotoğrafını ve maketinin resmini ondan izinsiz aldığım için umarım beni bağışlar.


Şu anda İstanbul’da Rahmi Koç Sanayi müzesinde sergilenen Ali Dayı teknesini de unutmamamız gerekir Onu da aşağıya alıyorum

Bizde sünger dalgıçlığı bitti, oysa o çilekeş insanlar sayesinde ilk batıklar ve deniz arkeolojisi başladı. Onlar Akdeniz’in dibini karış karış bilen insanlardı. Şu anda dünyada sadece bir tek yer süngerciliğe devam ediyor o da “Kalimnos” adası.
Peki kim alıyor derseniz çok özel müşterileri var. Ama dünyada neden bitti derseniz size acıması olmayan bir sistemin hikayesini yazmam gerekecek..
M. Meran Pakel
Dalyan, *6.*6.2019
Bu yazıyı yayınladıktan kısa bir zaman sonra arşivimden Cevdet Kaptanın resmini buldum, hemen ekledim. Ayrıca Cevdet Kaptanın kız kardeşinin Dalyan’a yıllar önce yerleştiğini öğrendim. Son olarak Dalyan’da yerleşen Giritli süngercilerin olduğunu biliyorum. Çoğu soyad olarak “Sünger” adını almışlar. İlerde Dalayanın Süngercilerini yazmak umuduyla..
14.06.2019