
Bodrum’un eski çarşısını ve günlerini en güzel Cevat Şakir yazmıştır. Aganta Burina Burinata’yı okurken limana yakın o dükkanları her satırında hissedersiniz. Bu kitabı 1945 yılında yazdığında, Kaleye doğru inen dar bir sokak, Han ve hanın arkasında tekne motor tamircilerinin küçük dükkanları, Liman Başkanlığı binası ve bunun önündeki Karantina binasının sağında balıkçıların toplanma yeri olan kahve dışında fazla bir dükkan yoktu.

Ellilerin sonunda ticaretin biraz canlanmasıyla ( dikkat ederseniz turizm demiyorum, çünkü o tarihlerde Bodrum’a İstanköy adasından akrabalarını ziyarete gelenler dışında tek tük turist gelirdi. ) Çarşıya ihtiyaç vardı, yer yoktu. Sonunda bulundu. Yeni Caminin arkasında bir ucu Hanın duvarlarına kadar dayanan mezarlık vardı. Bu mezarları şehrin Mindos kapısı denen uzak bir yerine taşımaya karar verildi. İşte boşalan bu yere “Yeni Çarşı” birbirine bitişik guruplar halinde inşa edildi, Neyse ki aralarında geniş yollar bırakıldı. Altmışlı yıllar süngerciliğin bittiği, tekneciliğin başladığı yıllar, “Yeni Çarşı” nın bir çok dükkanında terziler var, sıcak yaz günlerinde makinelerini dışarı çıkarırlar, dikişleri sokakta yaparlardı, haklıydılar biçtikleri kestikleri hep büyük şeyler. Tekne Yelkenleri, o yıllarda Türkiye’de Kot pantolon yok, ama bu terziler ölçünüze göre beyaz yelken bezinden size en iyi kot pantolonu dikerlerdi. Terziliğin yanında sandaletçilik ve ayakkabıcılık başladı. Seksenli yıllara geldiğimizde Çarşı artık her ihtiyaca cevap verebiliyordu.

Yeni Caminin önündeki Şadırvanın hizasından Çarşıya girip dosdoğru devam ettiğinizde sol taraftan taze kavrulmuş kahvenin kokusu gelirdi, caminin bodrum katından, yazıma konu olan dükkan biraz ilerde soldaki mekan, ama onu anlatmadan önce eklemem gereken şeyler var. Benim genelde uğura uğursuzluğa inanmayan bir yapım vardı. Vardı diyorum, 1979 yılında yaşadığım olaya kadar.
1979 yılında Mengen Salıpazarı nahiyesinde üç maden mühendisi arkadaş birleştik ve birlikte bir iş aldık, detayına girmeyeceğim, iyi bir iş, kömür ocaklarına kuyu, galeri gibi işler yapacağız. Tabii bir de büro lazım, Salıpazarında. Sağlı sollu dükkanların olduğu ana caddede küçük şirin bir yer gördüm, sahibini buldum ve hemen kiraladım. Akşam yemekte konuştuğum lokantacı başını salladı “Keşke orayı tutmasaydınız” dedi, Ekledi “Orayı kim tuttuysa, battı” dedi. Dediğim gibi üstünde durmadım. Ama olaylar hızla gelişti, ortaklar ayrıldık, kısa bir zaman sonra Madenin sahibinin elinden madenini devlet aldı, dedikleri doğru çıkmıştı, kim tuttuysa batmıştı, biz de buna eklendik. Yolum yıllar sonra yeni adıyla Gökçesu olan bu küçük yere düştü, özellikle baktım. O dükkan yine boştu.
Kaldığımız yerden devam edelim, köşeden itibaren dördüncü geniş dükkan bu günkü yazımın konusu. Bodrum’da kaldığım on yıl boyunca bu dükkan çarşının en kısmetsiz dükkanıydı. Önce bir çantacı tuttu, Turizmin altın yılları, kapattı gitti Uşak’lı derici geldi, bir gecede eşyalarını topladı kaçtı, gitti. Boş kalan dükkanı bir müddet sonra Güneş tuttu, dükkanın sahibi kadının kızı aklını kaybetti, şizofreni hastası oldu. Dükkanın sahibi olan yaşlı kadın her sabah uğrar kirayı isterdi. Kira ne derseniz, koltuğunun altına tutuşturulan taze mis gibi kokan bir francala. Aniden uğramaz oldu, öğrendik ki kızı onu öldürmüş, Bodrum gibi kiraların yüksek olduğu bir yerde kirası yok denecek haldeki bu dükkanı çalıştıran Şadan ve Sibel nefis mineli tabaklar yapmalarına karşılık bir kazançları olmadı. Üst kattaki muhasebe bürosunun işleri bozuldu.. Ne dersiniz, acaba burası yapılırken burayı tam temizlemediler mi acaba ?
M. Meran Pakel
Dalyan, 25.06.2019