
Bugün Türkiye’nin hangi şehrine giderseniz gidin mutlaka sonu ‘Palas’la biten bir otel görürsünüz. Oysa Cumhuriyetimizin ilk yıllarında bir tane Palas vardı o da Pera Palas. İstanbul’daki bu oteli size ayrıca anlatacağım. Başkent Ankara’da bırakın Palas’ı otel bile yoktu, sadece ‘hanlar’ vardı. O günlerin tek uzun yol aracı, buhar kazanlı, halkın ‘kara Tren’ diye isim taktığı kömürlü tren, görkemli Haydarpaşa garından kalkıp son durağı olan Ankara garında durduğunda, ilk defa gelenler, ufacık gar binası ve kırma taşla yapılmış peronu görünce şaşıp kalırlardı. İstanbul’ın zenginliği ile Anadolu’nun yoksulluğunu çorak başkentten daha iyi hiç bir yer anlatamazdı. Çağdaş bir gar binasına kavuşması için daha en az on yılı vardı. Haydarpaşa ile arasında, neredeyse otuz sene olacaktı.

Resimde gördüğünüz bina önce Sağlık bakanlığı adına yapılmak üzere projelendirildi. Tasarım daha önce size anlattığım Mimar Vedad Tek’e aitti, sonra ne olduysa oldu, Meclis binasını da yapan bu mimardan proje alındı, Ahmet Kemaleddin beye verildi. Proje değiştirildi ve yukarıdaki çizgilerle Ankara’nın ilk Palas’ı oldu. Vedad bey bu olaydan sonra Ankara’yı terk etti ve bir daha hiç bir devlet işine girmedi. Ankara Palas 1927 yılının baharında açıldı, yüz yirmi misafiri ağırlayacak şekilde hazırlanmıştı, geniş bir balo salonu vardı. Aşağıya alıyorum.

İç dekorasyonda Atatürk’ün en sevdiği renk olan ‘şafakpembesi-turuncu’ karışımı kullanılmıştı. artık devletin misafirlerini ağırlayabileceği bir palası vardı, ama diğer misafirler, tüccarlar ziyaretçiler ne olacaktı.? Bu daha önceden düşünülmüş ve vakıflar otel inşaatına başlamıştı bile. ‘Belvü Palas’ adıyla açılacak olan binanın mimarı ve müteahidi yine Ahmet Kemaleddin beydi. Ankara’nın ikinci palas’ı şimdiki ‘Küçük tiyatro’ binasının hemen yanındaydı. 1970 yılında bu tarihi bina yıkıldı.
Kemaleddin bey, işi bitirmişti ama henüz tam anlamıyla değil, bazı eksiklerin tamamlanması gerekiyordu. Bu nedenle palas’ın bir odasını hem ofis hem yatma yeri olarak kullanıyordu. Diğer işi olan ‘Belvü Palas’ hemen hemen aynı tarihlerde tamamlanmış ufak tefek ince işleri kalmıştı, kaldığı odadan çıktı, yokuştan aşağı yürümeye başladı, dalgınlık mı yoksa kaza mı ne derseniz deyin, yokuştan aşağı gelen at arabası ona yandan çarptı, yere düştü, Fazla bir şey olmamışçasına ayağa kalktı, üstünü başını etrafında toplanan insanlar düzelttiler. Arabacı yoluna o şantiyesine gitti, ama fazla kalamadı, şiddetli bir baş ağrısı vardı. Güç bela odasına döndü ve kısa bir süre sonra beyin kanamasından vefat etti. Ne gariptir ki, ünlü mimar Antoni Gaudi ile aynı kaderi paylaşmıştı. Teknik Üniversitede yıllarca eğitmenlik yapan ve bir çok öğrenci yetiştiren bu ulusal mimari akımının öncüsünü İzmir halkı unutmadı, bu şehire verdiği eserlerini hatırlatmak içim bir heykelini eserinin önüne yerleştirdiler. İşte paramızın arkasındaki Kemaleddin bey bu insandır. Arkasında hiç bir yazılı eser bırakmayan Mimar Sinan’ın aksine yüzlerce çizim desen ve bir kitap bıraktı. Çizdiği bazı projeler ölümünden sonra yapıldı. Ankara’daki küçük tiyatronun olduğu Vakıf binaları onun eseridir. Sözlerimi onun bugün bile ders alınacak sözleri ile tamamlamak istiyorum.
“…Zavallı İstanbul, imar adı altında cahilce ve zalimce bir yıkıma uğradı..Batı tesiri altında, batının bakış açısıyla kabalaşma başladı, .asırlar içinde gelişe gelişe yüzey süslemesinin en kıymetli eserlerini üretmiş olan koca bir sanat birikimi çirkin görülmeye başlandı ve neticede milli sanatımızı yitirdik..Ziyan ettik, koruyamadık..” ( Tam metni Wikipedia’dan okuyabilirsiniz.)

M. Meran Pakel
Dalyan, 07.08.2019